19 Mart 2008 Çarşamba

izmir... (devamı)

Sabah İzmir'e indiğimizde saat 6.30'du. Basmane servisine bindik, ilk hemen indiğimiz Basmanede olmak üzere bütün İzmir'de o kadar çok gördük ki Festival duyurularını sayamadık. Anı olsun, bir tane Alsancaklısından ekliyorum. Bu arada Afişimi bozmadan, havasını kaybettirmeden etkili bir biçimde gerekli bütün formatlara uyarlayan Tasarımcı Kutsal Lenger'e çok teşekkür ediyorum.



O kadar özlemişiz ki denizi, Basmane'den direkt olarak Cumhuriyet Meydanı'na çıktık. Sabahın çok erken bir saati olduğundan sokaklarda kimseler yoktu henüz, sadece kenti güne hazırlayanlar vardı. Hava tam bir lodostu, ılık fakat bulutlu ve basık. Yine de çok güzel. Sonra Kemeraltı daha yeni uyanıyorken tarihi Kemaraltı Börekçisi'ne götürdüm Hakan'ı. Biz İzmir'de pek fazla gezememiştik. Bir iki kez hafta sonlarında annemlere girmiştik sadece. Oradan yine sahile çıkıp Küçükyalı^ya kadar yürüdük. Nasıl yürüdüğümüzü, ne ara o kadar yol aldığımızı anlamadan. İşte İzmir'in en güzel yanlarından biri. Bir sürü yere yürüyerek gidersin ve hiç anlamazsın ne kadar yürüdüğünü. Eskiden Karataş'ta metruk bir bina vardı, tarihi bir bina ama boştu galiba. 2004'te Belediye Başkanımız Ahmet Priştina (Ölmüş gibi düşünmek istemiyorum, zamanında verdiğim oy bin kere helal olsun, bu kadar düzgün ve sevilen bir belediyeci var mı başka acaba?) binayı İKSEV'e vermiş. Başlangıçta Belediye Konservatuarı olması düşünülüyormuş ama tabii Priştina sonradan belediyelerin değiştiğinde konservatuarın da değişeceğini düşünerek tutarlılık açısından bu planı iptal etmiş. Sonra da İKSEV'e vermiş, ancak yalnızca müzik ve gösteri sanatları eğitimi vermen bir kurum olması koşuluyla. Şimdi İKSEV, Caz Festivalinin 15.sini yapıyor, aynı zamanda alternatif bir müzik eğitimi merkezi. Sirel Ekşi'nin anlattığına göre, Türkiye'de Caz müziği eğitimi verilen başka bir yer yok. Burada kursiyerleri varmış ve Caz Festivali için gelip burada workshop yapan sanatçılar (neredeyse tamamı akademisyen oluyormuş) her yıl yetenekli 1 öğrenciyi yurtdışında eğitmek üzere seçiyorlarmış. Şu aşağıdaki resim de binanın sahile bakan yüzü, aifişimi kocaman görmek güzeldi.




Sonra okuluma gittik, Niyetimiz Tucan Güler ve Ömer Durmaz'la görüşmekti ama daha şahane bir şey oldu. Lisanstan sınıf arkadaşım Emre Duygu ile karşılaştık okulda. O da yeni öğretim görevlisi kadrosuna alınmış. Grafik Tasarım Dergisinde yazılarını takip ettiğim, işlerini çok başarılı bulduğum Korkut Öztekin'le tanışma fırsatımız oldu. Sonra Ömer ve Tuğcan'la alt kattaki öğretim elemanları sergisini gezdik. İkinci Ankara Tasarım Günleri için Hakanla konuştular epeyice. Hocalardan kimseyi görmedim, Semih Hocamın dışında. Semih Çelenk, görüşemediğimiz ara hem profesör hem de dekan olmuş. Bize armağan etme inceliğini gösterdiği ödüllü şiir kitabını burada değil ayrı bir yazıda anlatacağım. Okuldan ayrıldığımızda şunu düşünüyordum, arkadaşlıklar yıllarca kesintiye uğrasa da tekrar karşılaşıldığında kaldığı yerden sürebiliyorsa, zamanında dostluk temelinin doğru atıldığını kavrıyor insan.


Akşam ödül töreni oldu. Her şey çok güzeldi. Törenin ardından Fahir Atakoğlu'nun yeni albümünün (İstanbul in Blue) ilk konserini izledik hep birlikte. Konserden sonra kordonda Hakan bir bira içti, ben bir kahve ve brownie... Yorgunluktan ölüyordum ama tatlı bir ölmek bu :) O gece otelde kalmamız gerekti, işte o zaman 15 yıl evim olan bu en sevdiğim kentin aslında yabancı olduğunu anladım. Gündüz sokaklarında dolaşırken, sanki beni hatırlayacaklarmış gibi her kaldırım taşına, duraklara, denize çıkan merdivenli sokaklara göz kırpmıştım. Ama işte böyledir benim hayatım. Hiç bir yer evim olmaz. Memleketim yoktur. Bir gün dönerim diyeceğim bir yerim yoktur. Doyduğum yerdir evim, şimdi Ankara'da olmam gibi. Ailem neredeyse orada yuva yaparım, her ortama hemen alışırım. İzmir dışında her kente vefasızım.
Ertesi gün tabanlarımız çatlayıncaya kadar gezdik. Uzun zamandır bu kadar çok gezdiğim iki gün olmamıştı üst üste. Yukarıdaki resim Kızlarağası Hanında çekildi. Hakan'ın göremediği bir yerdi burası da, bzim bölümden oda arkadaşım Atila da orada mutlaka dibek kahvesi için demişti. Hakan'a da Gülten demiş. Eee iki kişi söylüyor bir bildikleri var dedik ve içtik. Dibek kahvesinin özelliği fincanda pişirilmesiymiş. Oldukça yoğun bir içimi olduğu dikkatimi çekti.
İzmir gezimizin sonlarına doğru metroyla Bornova'ya geçtik. Orada ne var burada olmayan? Eveet İKEA diyenler doğru bildi. Artık Ankara'ya da İKEA istiyoruz. Finali orada yaptık. Ve ben bir kez daha karar verdim evdeki bütün eşyaları atıp tekrar almaya :) Keşke biz evlenirken İKEA olsaydı. Gidip bütün eşyaları --son derece klasik- sitelerden almıştık. Üstelik 1 günde. Hem de hepsini aynı mağazadan. İşte o zamanlar şöyle bir havadaydım, "ee tamam evleniyoruz. Yalnız Hakan'ı çok sevdiğim için evleniyorum yoksa öyle evlenme hayalim filan yok." Dolayısıyla ev eşyasıymış, önceden mobilya bakmakmış hiiç öyle işlere girmedim. Hiç bir şeyi planlamadım. Gelinliğimi bile girdiğim 2. dükkandan aldım hemen beğenip. Şimdi olsa, herşeyi tasarlardım kendime göre. O zaman bunu yapmak tuhaf gelmişti nedense... Neyse, kızımıza bir adet tahta tren aldık raylarıyla buradan. Bayıldı :)

Sonra da, otobüse atlayıp geldik işte. Gri şehrimize. Yine de özlediğimi fark ettim şaşırarak.

Hiç yorum yok: