14 Ocak 2010 Perşembe

Sinema

Sinemayı çok seviyorum. Sinemayı sinemada izlemeyi de tabii çok seviyorum ama işte yaşam öyle hızlı akıyor ki artık benim için, çok zor sinemaya gitmek artık. Eskiden İzmir'de ne güzel sinemalar vardı, Karaca, Çınar, Şan Sinemaları... Neredeyse her hafta giderdik. Hatta son yıllarda bazen haftada bir kaç filme giderdim, çok sevdiğim filmlere 2 kere, ya da gideceğim film yakınımdaki kimsenin keyfine hitap etmiyorsa tek başıma.
Sinemaya yalnız gitmek en güzelidir. Bir kez, birlikte geldiğiniz kişiler filmden sizin kadar hoşlandı mı, ya da filme gelmek sizin fikrinizse sıkıldı mı derdi olmaz. Ayrıca antraktta konuşmadan, sakince filmi düşünmeye devam edebilirsiniz. İzlerken tamamen kendinizle başbaşa kalırsınız (ki bu eylemi bir de kitap okurken yapabilirsiniz. katıksız tekbaşınalık yani).
Sinema benim için bir sosyal etkinlik değildir. Kendi başına bir amaçtır. Eğer film kendi iç mantığını kurabilmişse, yarattığı dünyaya beni inandırabiliyorsa o süre benim gerçek hayattan %100 kopmam anlamına gelir. Başka dünyalara gitmek, başka insanların hayatlarına kısıtlı süreyle de olsa dahil olabilmek nefes gibidir.
Festival filmlerini de  merakla izlerdim eskiden, özellikle kısaları kaçırmazdım. Nerde şimdi. Farklı ülkelerin, farklı kültürlerin sinemalarını özellikle severdim. Filmlerin yazılış süreci, çekim hikayeleri ve oyuncularla ya da yönetmenlerle ilgili detayları da takip ederim. Bir film bittiğinde asla bitmez benim için. Sevdiysem tabii.
Çoğu zaman herşeyi unutmuş oluyorum. Bazen 10 yıl önce nasıl bir insan olduğumu da. Neleri sevdiğimi, nelere dikkat ettiğimi. O zaman şimdi olduğum insan değildim, şimdi de o değilim. Kendimiz olmamızı belirleyen ne çok değişken var. Her şey ne kadar tuhaf ve uçucu rastlantılara bağlı aslında. Hiç birşey düşünmeden omuriliğimle yaşıyorum şimdi. Sanki.

Hiç yorum yok: