Niçin yatıyorum, çünkü çok çok hastayım sevgili okuyucu.
Perşembeden beri boğazımda yutkunmakla geçmeyen yaklaşık iki yumruk büyüklüğünde kitleyle (bademcik şişmesi tabir edilen bir durum ancak yutkunmamı ve nefes almamı engelleyen o devasa şeylere bademcik gibi şirincik minikcik bir yakıştırmayı reva göremiyorum) ateşler içindeyim, evet. Ancak bugün biraz kendime gelebildim (cümle filan kuruyorum, maillerimi kontrol ettim vb.), kitap okumak ve film izlemek dışında başka bir aktivitem olamadığından sıkıntı içindeyim. Bu kadar pasiflik bana göre değil ama o kadar korktum ki çok hasta olunca bir an önce iyileşmek için gerçekten dinleniyorum.
Yattığım yerden yapılabilecekler sınırlı olduğundan bari şu hakkında bir sürü şey okuyup da izleyemediğim filmleri izleyeyim dedim. Dikkat izlemeyenler okumasın, spoiler başlıyor:
Black Swan:
Orijinal Adı: Black Swan
Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Nathalie Portman, Mila Kunis, Vincent Cassel
Senaryo: Mark Heyman, Andres Heinz
Güçlü bir oscar adayı olarak değerlendiriliyor. Üzülerek söylüyorum ki öykü beni pek şaşırtıp heyecanlandırmadı. Nathalie Portman'ı da çok severim üstelik. Yine bir dans okulunda geçen, üstelik günümüz koşullarına göre oldukça ilkel çekilmiş bir film olan Suspiria'dan daha çok etkilenmiştim. Bir kere, sonunu hemen tahmin edebildiğim filmlerden soğuyorum ben. Aslında konu, biraz da insanın kendini baskılaması üzerine. Nina karakteri, kusursuz olmak için kendini baskılıyor, ancak anne-kız çekişmesi de var; bir sevgi-nefret ilişkisi. Anne de kızı baskılıyor. Ama görünürde her şey düzgün ve sevgi dolu. Belki de hiçbir şeyin göründüğü gibi olmaması üzerine bir öykü olarak değerlendirilmeli. Ama görüntü yönetmenliği çok başarılı, makyajlar, renk kullanımı vs. Gayet güzel. Portman da bence bu rol için çok çalışmış. Filmdeki gerilim öğeleri de beni çok germedi doğrusu. Çok alışılmadık bir durum bulamadım filmde. Diğer kıza hep siyah, Nina'ya hep beyaz giydirerek zaten işin bir kişilik bölünmesine, bir şizofrenik duruma bağlanacağının sinyallerini film boyunca vermişler. Dolayısıyla beklenmedik bir şey yok, beklenen oluyor. Ama tabii işte insan zihninin kapasitesi, ve bu akıl almaz yapının rahatsızlıklarının bile insanı nasıl şaşırtacağı konusu çok ilginç, filmlerde de çok işlenen bir konu. Belki de daha önce "Pi" ve "Requiem for a Dream"i çekmiş olan Aronofsky'den çok daha fazlasını beklediğim için çok heyecanlanmamış olabilirim. Vincent Cassel çok başarılı bir seçim olmuş bunu da söylemeden geçmeyeyim.
......................................................................................
İzlediğim diğer film Ağaç:
Orijinal Adı: The Tree
Yönetmen: Julie Bertucelli
Oyuncular: Charlotte Gainsbourg, Marton Csokas, Aden Young, Arthur Dignam, Benita Collings, Betty Cartmill,
Senaryo: Elizabeth J. Mars, Judy Pascoe Yapım: Avustralya, Fransa, 2010
Charlotte Gainsbourg, ilk olarak en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Lars von Trier'in çekmiş olduğu Antichrist filmindeki rolüyle dikkatimi çekti. Holywood sinemasındaki güzel kadın arayışının dışında Avrupa sinemasının gerçekçi ama karizması olan kadın oyuncu (veya erkek oyuncu, benzer bir yaklaşımları var yine) arayışını seviyorum. Gainsbourg da bu türden bir oyuncu, normal görünüşlü ama kendine güveni, karizmasını oluşturuyor (tıpki Juliet Binoche gibi).
Film, kendi halinde mutlu bir aile olan O'Neill ailesinin babalarının ani ölümüyle başlıyor. 4 çocuk içindeki tek kız çocuk, babasının ölümünü kabullenemeyerek babasının ruhunun bahçedeki devasa incir ağacının içine girdiğine inanmaya başlıyor. Zamanla anne ve diğer aile üyeleri de bu düşünceyi paylaşmaya başlıyor. Filmin sonuna kadar tesadüf mü yoksa fantastik mi olduğu hiç anlaşılamayan bir dizi olay gerçekleşiyor. Aslında ölümü kabullenme ve yas tutma üzerine oldukça başarılı bir film olduğu söylenebilir. Abartılı durumlar yok, bu da film izliyormuşsunuz gibi değil, komşunuzun bahçesini izliyormuşsunuz gibi gerçekçi bir his yaratıyor. İzlenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum.
Hasta blogger yatağından bildirdi. İyi günler :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder